Bölüm 4: Yedinci Bank

1.5K 78 32
                                    


Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.


Yağmursuz, kuru rüzgârlı koca hafta sonu Cahit'i dalgalandıra dalgalandıra geçmişti üzerinden. Bir yandan kadını yeniden görmek için sabırsızlanıyor, öte yandan gördüğünde yanlış giden şeyler olabileceği için sabırsızlığına ket vuruyordu. Arada bir güncük olmasına rağmen pazartesiye ulaşmak için bir sene çiğnemek zorundaymış gibi hissetmişti, pazartesiyi zor getirmişti. Zamana bu kadar kontrolcü yaklaşması asıl zorlaştırandı ya işini.

Kadının saatini cumartesi akşamı eve gider gitmez tamir etmişti ve o geceyi denizin kıyısında, taşların üzerine serdiği yumuşak hasırda hiç sigara içmeden geçirmişti. Evi birkaç adımlık mesafede de olsa bir tembellik çökmüştü üzerine bulunduğu yerden ayrılmaya karşı, belki de büyüsünden kurtulamamıştı denizin. Düşüncelere dalacak gibi olduğunda dalgaların sesi, tüm o arsız düşünce parçacıklarını toparlanıp karanlık odaya girmek zorunda bırakıyor -Cahit de üzerlerine kapıyı bir güzel kilitliyordu-, anne ninnisi gibi unutturuyordu her şeyi.

Beş sene önce, yirmi iki yaşında, babası öldüğünde bırakmıştı sigarayı. Babası durmadan içer ama Cahit'e içtiğini gördükçe çok kızardı. Tabii gizlenmeye çalışırdı Cahit, her seferinde de yakalanırdı, ya üstünün başının kokusundan ya da ağzındaki karanfilden. Baba hemen anlardı, yine ne çiğniyorsun Cahit, diye yaklaşırdı gülerek. İri kolunu ağırca havaya kaldırır, omzundan tutardı oğlunun. "İçme şunu, içme." Bu kadardı kızışı. Sen de içiyorsun, diyecek olurdu ki yutardı son anda cümlesini. Sigarayı bırakmasının temel sebebi babasının ölümü değildi kendince; onca anıdan, gözünün önüne gelen onca sahneden arınıp içemezdi, buydu. O zamandan beri, tek bir sigara kutusu görse dahi mide bulantısı yükselirdi boğazına, nane yaprağı ve karanfil çiğner olmuştu yalnızca. Elbette artık hiçbir şeyi gizlemek için çiğnemiyordu ve bunu sorgulayacak kimseler de kalmamıştı.

Pazartesi sabahı yoğun bir baskı vardı şakaklarında. Erken uyanmıştı ama açılan gözleri pencereye dalıyordu, tavana, sonra duvarda asılı üç saate... Oda yerinden kıpırdamasını engelleyecek kadar çıkmıştı tepesine. Kalkmayı ve kalktıktan sonra yapacaklarını kurguluyor, tam kalkacakken ruhu dışarı çıkıp omuzlarından bastırarak geri yatırıyordu sanki onu. Elini yastığın altına attı. Parmakları burada durduğuna emin olduğu o cisme rastlamayınca ödü koptu önce. İyice yoklayınca rahatladı, olan bitenlerin geçen zaman kadar gerçek olduğunu ilan edercesine buradaydı. Bir başka gerçekle daha karşı karşıya kaldı, baskının kaynağı tertemiz gecede gökyüzünde parıldayan yıldızlar gibi belirgindi artık: Saati bugün verirse dayanamazdı.

Kadınsa oturduğu küçük dairede, küçük odalarından birinde sessiz sessiz ağlıyordu. Gözlerinin kızarıp şişeceğini ve bunu hiçbir şekilde gizleyemeyeceğini biliyordu ama daha fazla sıkamıyordu dişlerini. İçinde tutmaya çalıştığı sesine karşın gözleri öyle güzel ele verecekti ki döktüğü yaşları. Köşesine sindiği açık kahverengi koltuk, üzerindeki narin bedeni iyiden iyiye içine çekiyor ve kadın, ağladıkça küçülürcesine oracığa gömülüyordu. Oysa birkaç gün önce banyoda suyun altında ağlarken söz vermişti bunu bir daha yapmayacağına. İnsan, yüreğine sözler verip durur, kendiyle çatışıp kendini kendine savunur, yorgun düşünce yine kendisine sarılıp avunurdu.

Rüzgârınla KalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin